//-->


MatematikNesli.Tr.Gg || Her Çocuk Matematik Öğrenebilir!

"T-U-Ü" harfleriyle başlayan deyimler

"T-U-Ü" harfleriyle başlayan deyimler

T

Tabana kuvvet: "Binecek bir şey yok, yayan gitmekten başka çare de kalmadı" anlamında kullanılır."Haydi kalkın bakalım, tabana kuvvet!"

Tabanları kaldırmak: Çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak."Polislerin geldiğini görünce tabanları kaldırdı."

Tabanları yağlamak: 1. Uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak. 2. Hızlıca koşarak kaçmak.

Taban tabana zıt: Birbirinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı."Taban tabana zıt düşüncelere sahiptiler."

Taban tepmek (patlatmak): Yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip gelmek."Kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim."

Tabanvayla gitmek: Araçla değil de yürüyerek gitmek.

Taburcu olmak: İyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden çıkmak."Taburcu olan arkadaşlarını karşılamaya gittiler."

Tadı damağında kalmak: Tadını, lezzetini bir türlü unutamamak."O kebabın tadı damağımda kaldı."

Tadına bakmak: Küçük bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek, nasıl olduğunu yoklamak."Yemeğin tadına baktın mı?"

Tadına varamamak: Bir şeydeki ince güzelliği duyamamak, hissedememek ya da kavrayamamak."Şu dostluğumuzun tadına varamadım daha."

Tadında bırakmak: Ölçülü olup aşırılığa kaçmamak."Yeter çocuklar! Tadında bırakın, havayı bozacaksınız yoksa."

Tadını almak: 1. Bir şeyin lezzetini almak. 2. Yaptığı işten zevk duymaya başlamak."O işin tadını aldı bir kez, daha peşini bırakmaz."

Tadını çıkarmak: Bir şeyin sağladığı güzelliklerden ya da imkânlardan istediği gibi yararlanmak."Şu tatilin tadını çıkarmaya çalışacağım."

Tadını kaçırmak: Zevkine varılmaya çalışılan bir şeyde aşırılığa kaçarak olumsuz bir durum oluşturmak, zevki bozmak.

Tadı tuzu kalmamak: Eski zevk veren yanı kalmamak, yavanlaşmak, güzel ve çekici durumu ortadan kalkmak."İşlerimizin artık tadı tuzu kalmadı."

Tahtalı köy: Mezarlık.

Tahtası eksik: Aklı noksan, deli."O ne biçim hareketti, tahtası eksik galiba!"

Takım taklavat: Hepsi, parçalarıyla birlikte.

Takıp takıştırmak: Özenerek süslenmek."Takıp takıştırmış, öyle çıkmıştı sokağa."

Takke düştü kel göründü: Kusuru, kabahati örten şey ortadan kalkınca bütün çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.

Tam adamını bulmak: 1. En uygun kişiyi seçmek. 2. En uygunsuz kişiyi seçmek."Tam adamını bulmuşsunuz hani!"

Tam takır kuru bakır: İçinde hiçbir şey yok, bomboş."Tam takır kuru bakır bir ev bırakıp gitmişler."

Tam üstüne basmak: İstenilen şeyi bulmak, fikir ve davranışlarında isabet kaydetmek, istenilen sözü söylemek.

Tanrı misafiri: Eve kendiliğinden gelen konuk."O bir Tanrı misafiridir. Nasıl kalk git diyebilirim."

Taraf tutmak: Bir yanı desteklemek, yan çıkmak."Ben sana taraf tutup da onların düşmanlığını kazanma demedim mi?"

Tarihe karışmak: Yalnız adı anılır olmak veya etkisi yok olmak.

Tası tarağı toplamak: Gitmek üzere bütün eşyasını toplamak."Tası tarağı toplamış arabanın gelmesini bekliyorduk."

Taş atmak: Birine dokunacak, onu incitecek söz söylemek.

Taş attı da kolu mu yoruldu?: "Bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu, emek verdi mi, para harcadı mı?" anlamında kullanılır.

Taşa tutmak: Üst üste taş atmak, sürekli taşlamak."Çocuklar aşağı yoldan geçen karşı köylüleri taşa tuttular."

Taş çatlasa: "Ne yapılsa, ne denli zorlansa, gerçekleşmesi imkânsız" anlamında kullanılır."Taş çatlasa bu elbise otuz binden fazla etmez."

Taş çıkartmak: Biri, ötekinden niteliğiyle üstün olmak."Nezaketiyle akranlarına taş çıkartıyor."

Taşı gediğine koymak: Zekice bir hareketle gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söylemek.

Taşı sıksa suyunu çıkarmak: Bedence çok kuvvetli, dinç kimse."Taşı sıksa suyunu çıkarır bir adamdı, hastalık onu ne hâle getirmiş!"

Taş kesilmek: Çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez olmak; sesini çıkaramamak, hareket edememek."Çocuk sanki taş kesilmişti."

Taş üstünde taş bırakmamak (koymamak): Her şeyi yıkıp yerle bir etmek."Belediye araçları gecekonduları yerle bir ettiler, taş üstünde taş koymadılar."

Taş yürekli: Hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz."Taş yürekli herifler, çocukları hiç acımadan kurşuna dizdiler."

Tatlı dil: Gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma biçimi ya da söz."Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır."

Tatlı sert: Kırmamakla birlikte yumuşak da olmayan söz ya da davranış.

Tatlı su firengi: Batılılık taslayan, Batılı gibi davranan Doğulu Hristiyan.

Tatlıya bağlamak: Bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek biçimde bir çözüme ulaştırmak."Nihayet işi tatlıya bağladık."

Tava getirmek: Gereği kadar ısıtmak.

Tavına getirmek: Bir işi en uygun duruma getirmek."Tavına getirip söyle."

Tava gelmek: 1. Yumuşamak, kanmak. 2. Süzülecek duruma gelmek."Söylediğim sözlerle tava geldi; tamam, yapalım dedi."

Tavır almak (takınmak): Belli bir durum ve davranış almak."Ağabeyim bana niçin karşı tavır aldı bilmiyorum"

Tavşana kaç tazıya tut: Birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma, davranışlarında yüreklendirme.

Tavşanın suyunu suyu: İki şey arasında çok uzak bir ilgi olduğunu anlatmak için kullanılır.

Tavşan yürekli: Korkak, ürkek, çekingen."Amma da tavşan yürekli bir adammışsın."

Tazıya dönmek: 1. Oldukça zayıflamış olmak. 2. Sırılsıklam, çok ıslanmış olmak.

Tebelleş olmak: Kancayı takmak, musallat olmak, istediğini yaptırıncaya kadar yakasını bırakmamak."Başıma iyice tebelleş oldu, nereye gitsem oraya geliyor."

Tebdil gezmek: Tanınmamak için kılık değiştirerek gezmek.

Tefe koymak: Biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak."Bunlar adamı tefe koyarlar, sakın ağzından bir şey kaçırma."

Tekbir getirmek: "Allah-ü ekber" diyerek Allah`ın adını yüceltmek.

Tekerine çomak sokmak: Birinin yolunda giden işini engellemek, aksatmak gibi davranışlarda bulunmak."Adamın tekerine çomak soktular, düzenini altüst ettiler."

Tekin değil: 1. İçinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2. Kendisinde bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen kimse."O eski ev tekin değil diyorlar."

Telâşa düşmek: Heyecanlanmak, aceleci olmak.

Tel çekmek: 1. Telgraf çekmek. 2. Telle sınırlandırmak, telle çevirmek.

Telleyif pullanmak: Kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek."Gelini bir güzel telleyip pulladılar."

Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: Bir meseleyi sürekli anlatmak, yeni bir şeymiş gibi birçok defa söz konusu etmek.

Temel atmak: 1. Bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. Bir işe başlamak, ilk davranışta bulunmak, girişmek."Evin temelini yarın atacağız inşallah."

Temel taşı: 1. Bir yapının temeline konan taş. 2. Bir şeye temel olan öğe, kişi, bir şeyin aslî unsuru, en güçlü dayanağı."Bu şiir, onun şiir anlayışının temel taşıdır."

Temize çekmek: Karalama hâlindeki bir yazıyı yeniden, silintisiz ve kazıntısız bir şekilde kâğıda yazmak."Ödevlerinizi temize çekin."

Temize çıkmak: Bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak."O yapmadı, temize çıkacak, göreceksin!"

Temiz para: 1. Kesintiden sonra elde kalan para miktarı. 2. Doğru yoldan kazanılmış para.

Tencerede pişirip kapağında yemek: Kıt kanat geçinmek, olanıyla yetinmek.

Tencere dibin kara seninki benden kara: "Kötülükte, kusur yönünde sen benden daha betersin" anlamında kullanılır.

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: İki değersiz kişi bir araya gelmiş, birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.

Tepeden bakmak: Küçümsemek, kendini üstün görmek."İnsanlara tepeden bakmayı bırak artık, aciz bir varlık olduğunu düşün."

Tepeden inme: 1. Beklenmedik, şaşırtıcı, ansızın gelen. 2. Yüksek bir makamdan çıkan buyruk, emir."Tepeden inmeyle bir sürü ehliyetsiz adam geçti işin başına."

Tepeden tırnağa (kadar): Her yanı, baştan aşağı, bütün vücudu."Tepeden tırnağa gözden geçirdi ihtiyarı."

Tepesi atmak: Çok sinirlenmek, birden öfkelenmek."Tepesi atar atmaz salondakileri dışarı çıkardı."

Tepesinde havan dövmek: Üst kattakiler gürültü yaparak alt kattakileri rahatsız etmek.

Tepesinden (başından) kaynar su dökülmek: Hiç ummadığı bir durumla karşılaşıp derin bir üzüntüye kapılmak, sıkıntı içinde kalmak."Hayır cevabını alınca tepesinden kaynar su döküldü."

Tepesine binmek: 1. Şımarıklığı sebebiyle her istediğini yapmak, yaptırmak. 2. Kendinden güçsüzleri ezmek, onlara kötü davranmak."Düşmanların tepesine binmek boynumuza borç oldu."

Tepesi üstü: Tepe taklak, başı yere gelmek üzere."Çocuk sandalyeden tepesi üstü düşmüştü."

Tepe tepe kullanmak: Yıpranacağını, eskiyeceğini düşünmeden, sakınmadan istediği gibi kullanmak."Bu kadar istiyorsan al senin olsun, tepe tepe kullan!"

Terbiyesini vermek: Yaptığı kırıcı hareketler, kullandığı kötü sözler için kendisini sertçe uyarmak, azarlamak, gerekirse dövmek.

Tercüman olmak: Başkasının duygusunu, düşüncesini dile getirmek, anlatmak.

Ter dökmek: 1. Bir işi yapmak için çok zahmet, zorluk çekmek. 2. Çok terlemek."Bu işi başarmak için az ter dökmedi."

Tereciye tere satmak: Birine çok iyi bildiği bir konuda bilgi vermeye çalışmak.

Tere yağından kıl çeker gibi: Hiç kimseye zarar vermeden, çok kolaylıkla kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan kurtularak."Merak etme sen, tereyağından kıl çeker gibi halledecektir işi."

Tersi dönmek: Şaşkınlıktan bulunduğu ve gideceği yeri kestirememek.

Ters tarafından kalkmak: Aksi, huysuz ve ters olmak."Ters tarafından kalktın galiba, ne dersem tersini yapıyorsun."

Ters yüz etmek: İçini dışına, altını üstüne getirmek ya da çevirmek."Gömleğin yakasını ters yüzü edip diktim."

Ters yüz geri dönmek: İstediğini elde edemeden, eli boş dönmek.

Teselli etmek: Avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya çalışmak."Arkadaşını en iyi şekilde teselli ettiğine eminim."

Teselli bulmak: Avunmak.

Teslim bayrağı çekmek: 1. Yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak. 2. Bir çekişme sonunda karşısındakinin istediğini yapmaya razı olmak."Yakında teslim bayrağını çekerler, endişeye kapılmayın."

Teslim olmak: 1. Kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul etmek, mücadeleden vazgeçmek. 2. Kendini teslim etmek, birtakım ellere bırakmak."Teslim olursan kılına dokunulmayacaktır!"

Teşrif etmek: Onurlandırmak, şereflendirmek.

Tetikte olmak: Her an uyanık ve hazır bulunmak."Ben size tetikte olun, gözünüzü dört açın demedim mi?"

Tez canlı: Aceleci, sabırsız, beklemeye dayanamayan."Bu kadar tez canlı olma!"

Tez elden: Çabucak, bir an önce, çarçabuk,"Tez elden hastaneye gitmeli bu yaralı!"

Tezgâhı kurmak: İşe başlamak üzere tüm araç ve gereçleri hazırlamak, çalışmaya başlamak."Hemen tezgâhı kurup gittiler."

Tezkeresini eline vermek: Kovmak, işten atmak, işine son vermek.

Tıka basa doldurmak: Doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer bırakmamak."Çuvalı tıka basa doldurun, ne alırsa kârdır."

Tıka basa yemek: Haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız edecek kadar çok yemek."Doymaz çocuk, tıka basa doldurdu karnını."

Tımarhane kaçkını: Delice işler yapan kimse.

Tıpış tıpış yürümek: 1. Kısa adımlarla çabuk yürümek. 2. İster istemez bir yere gitmek.

Tıraş etmek: 1. (Saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. Bıkkınlık verecek kadar uzun ve gereksiz konuşmak."Yeni berber iyi tıraş yapamıyor."

Tırnak göstermek: Gözdağı vermek, korkutmak.

Tırpan atmak: 1. İstemediği kişilerin bir yerdeki görevlerine son vermek. 2. Kırıp geçirmek, topluca öldürmek, kıyıma uğratmak."Genel müdür olunca, ilk işi yardımcılarına tırpan atmak oldu."

Tohuma kaçmak: Yaşlanmak, evlenme çağı geçip kartlaşmak.

Tok evin aç kedisi: Varlıklı olduğu hâlde doymayan, ihtiyacı olmadığı hâlde aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse)."Bu çocuk da tok evin aç kedisi."

Tokat aşketmek: Ansızın el içi ile vurmak.

Tok gözlü: Mala, paraya, yiyeceğe düşkün olmayan; cömert.

Tok sözlü: Sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen."Rahmetli tok sözlü bir insandı."

Tongaya basmak: Tuzağa düşmek."Çok kötü bastı tongaya."

Top atmak: İflas etmek."Bu kadar kısa zamanda top atacağımızı sanmazdım."

Topa tutmak: 1. Bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. Bir kimseye kırıcı, ağır sözler söylemek.

Topun ağzında: Tehlikeye, saldırıya en yakın yerde olmak.

Toprağı bol olsun: Müslüman olmayan ölülerin anılması sırasında kullanılır, Müslüman ölüler için "Allah rahmet eylesin" denir.

Topu topu: (Azımsanan şeyler için) olup olacağı, yalnızca, hepsi."Topu topu beş elma almış."

Toz kondurmamak: Bir şeyi kusursuz göstermek, onda bir kusurun olabileceğini kabul etmemek."Kızına da hiç toz kondurmuyor."

Toz olmak: Ortadan kaybolmak, kaçmak, uzaklaşmak."Çabuk toz olun buradan."

Toz pembe görmek: Aşırı iyimser olmak; hemen her aksaklığı, üzücü durumları iyimserlikle karşılamak."Hayatı hep toz pembe görmüştür."

Tozu dumana katmak: 1. Ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak, gürültü patırtı çıkarmak. 2. Çok fazla toz kaldırarak koşmak veya kaçmak."Başıboş sığırlar tozu dumana katarak yokuştan aşağı iniyorlardı."

Tur atmak: Dolaşmak, dolaşıp gelmek."Evin etrafında iki tur atıp yanıma gelsin."

Turnayı gözünden vurmak: Hiç beklenmedik bir kazanç sağlama imkânını ele geçirmek.

Turp gibi: Çok sağlıklı, sağlam, rahatı yerinde."Merak etme, turp gibi o."

Turşu gibi olmak: Çok yorgun, bitkin düşmek."Üç gündür çalışıyoruz, turşu gibi oldum, hiç hâlim kalmadı."

Turşusu çıkmak: 1. Çok yorulmak. 2. İyice ezilmek, parçalanmak."Armutların turşusu çıkmış, yenecek hâlleri kalmamış."

Turşusunu kurmak: Bir şeyi kullanmak, harcamak gerekirken kıyamamak durumunda söylenir."Kullanmadığı sandalyeyi vermiyor, turşusunu kuracak sanki."

Tut kelin perçeminden: Güç bir durumda çözümün zor olduğunu anlatmak için kullanılır.

Tuttuğu dal elinde kalmak: Dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek işe yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.

Tuttuğunu koparmak: Her girişiminden başarıyla çıkmak, her işi becermek,"O tuttuğunu koparır bir delikanlıdır, güvenin ona."

Tutunacak dalı olmamak: Güveneceği, dayanacağı kimse bulunmamak."Küçüktüm, tutunacak dalım yoktu, tek başımaydım."

Tuz biber ekmek: 1. Bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. Bir üzüntünün acısını, bir kusurun ağırlığını daha da artırmak."İyi yaptın sanki, o günleri hatırlatarak tuz biber ektin kadının yüreğine."

Tuz (la) buz olmak: Kırılıp parçalanmak, çok küçük parçalara ayrılmak, paramparça olmak."Masadan düşen vazo tuzla buz oldu."

Tuzlayayım da kokma: Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü olarak kullanılır.

Tuzluya mal olmak: Oldukça çok para harcanarak sağlanmış olmak."Arabayı tamir ettirdik ama tuzluya mal oldu."

Tuzu kuru: Hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için kaygılanmayan."Sana göre hava hoş, gülersin, oynarsın, tuzun kuru nasıl olsa."

Tükürdüğünü yalamak: Verdiği sözden geri dönerek benliğini küçültmek."Ben tükürdüğünü yalayan bir insan değilim, gideceğim oraya!"

Tümen tümen: Pek çok.

Türküsünü çağırmak: Birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz söylemek, onun tarafını tutmak."Ömrümce onun bunun türküsünü çağırıp durdum, yeter artık!"

Türkü yakmak: Bir türküye ezgi uydurmak."Sevdiği kıza yanık bir türkü yakmış diyorlar."

Tütünü tepesinden çıkmak: Bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, çok üzülmek.

Tüy dikmek: Kötü bir işi, ortaya konan bir söz ya da davranışla daha da kötüleştirmek.

Tüyleri diken diken olmak: Korku, heyecan, endişe veya üşümekten vücuttaki tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek."Hava buz gibiydi, tüylerim diken diken olmuştu."

Tüyü düzmek: Önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi yaşama kavuşmuş gibi güzel giyinir olmak.

U

Ucu bucağı olmamak: Bir yer çok geniş, sonu yokmuş gibi olmak."Kafamı kaldırıp şöyle bir baktım, ovanın ucu bucağı görünmüyordu."

Ucu dokunmak: Bir işten biri zarar görür olmak, söylenen bir söz birine zarar vermek."O çubuğu kıracağım fakat ucu sana dokunacak diye kıramıyorum."

Ucunu kaçırmak: Çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak."İşin ucunu kaçırdın, oldu mu ya?"

Ucu ortası belli olmamak: Bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.

Ucunda bir şey olmak: Bir şeyde gizli bir amaç bulunmak."Bu davranışının ucunda bir şey var ama anlayamadım."

Ucu ucuna: Ancak yetişecek kadar."İp ucu ucuna geldi."

Ucuz atlatmak: Güç ve tehlikeli durumdan az bir zararla sıyrılmak."Ucuz atlattık, az kalsın uçuruma yuvarlanacaktık."

Uçan kuşa borcu (borçlu) olmak: Pek çok kişiye borçlu olmak."Babanın uçan kuşa borcu varmış diyorlar, doğru mu?"

Uçan kuştan medet ummak: Pek sıkıntıda bulunup, bu sıkıntıdan kurtulmak için her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.

Uçsuz bucaksız: Çok geniş."Uçsuz bucaksız kırlarda dolaşmak istiyordum."

Uçkuruna sağlam: Namuslu, iffetine bağlı.

Uç vermek: 1. Baş vermek (çıban). 2. Bitmek, sürmek (bitki). 3. Gelişme, büyüme başlangıcı göstermek. 4. Bilinmeyeni açıklığa kavuşturucu belirtiler ortaya çıkmak."İlk bahar geldi, dallar uç vermeye başladı."

Ulu orta söz söylemek: Bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan, çekinmeden, açıktan açığa konuşmak."Birden ayağa kalkıp ulu orta söz söylemeye başladı."

Uma uma döndük muma: Umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü yitiren insanlar için söylenir.

Umurunda olmamak: Aldırış etmemek, önem vermemek.

Ununu elemiş, eleğini asmış: Hayatta yapmak istediklerini yapmış, geri kalan ömrü süresince artık yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler için söylenir.

Utancından yere geçmek: Çok utanmak, kimsenin yüzüne bakamayıp sanki saklanacak yer aramak."Çok mahçup olmuştu, utancından yere geçmek üzereydi."

Uyku bastırmak: Aşırı derecede uykusu gelmek, uyuma isteği duymak."Yemekten sonra bir uyku bastırır, kafamı kaldıramazdım."

Uyku çekmek: Rahat ve huzurlu bir şekilde çok uyumak."Eve gidip şöyle bir uyku çekeceğim."

Uyku gözünden akmak: Çok uykusu gelmek, göz kapakları kapanmak."İki gündür yoldaydık, hemen hemen hiç uyumamıştık, uyku gözlerimizden akıyordu."

Uykusu kaçmak: 1. Uyuması gerekirken herhangi bir sebepten ötürü uyuyamamak. 2. Bir sorun yüzünden kaygılanmak, endişe duymak."Uykusu kaçmış, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu."

Uykusunu almak: Gerektiği kadar uyumuş olmak."Epeydir yatıyorsun, uykunu almış olmalısın."

Uyku tulumu: 1. Uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. İçine girilerek yatılan tulum biçimindeki yatak."Uyku tulumu sen de, çabuk kalk!"

Uykuya dalmak: Rahat ve derin bir şekilde uyumak.

Uyur uyanık: Yarı uykulu."Uyur uyanık ayakta nöbet tutmaya çalışıyordu."

Uzağı (ileriyi) görmek: Gelecekte ne olacağını sezmek, kestirmek."Dedem uzağı gören bir adamdı."

Uzaktan uzağa: 1. İlgisi pek az olan. 2. Çok uzaktan."Uzaktan uzağa selâmlaşıyorduk işte."

Uzun boylu: 1. Boyu uzun olan. 2. Uzun süre. 3. Derinlemesine, ayrıntılarıyla."Meselenin üzerinde öyle uzun boylu durmadık."

Uzun etmek: 1. Nazlanmak, sözünde direnmek. 2. Sözü uzatmak, tartışmayı sürdürmek. 3. Aşırı gitmek."Haydi uzun etme de gel benimle!"

Uzun hikâye: Pek çok ayrıntıları bulanan, anlatması uzun sürecek, anlatılmadan da anlaşılamayacak olan olay ya da konu.

Uzun lafın (sözün) kısası: Özetle, kısaca, sözü uzatmayarak."Uzun lafın kısası, yazar gerçekçi olmalıdır."

Uzun uzadıya: Çok ayrıntılı olarak, en ince noktalarına inerek."Meseleyi uzun uzadıya inceledik."

Ü

Üç aşağı beş yukarı: Az bir farkla, az fazla ya da az eksik olmak üzere, yaklaşık olarak."Üç aşağı beş yukarı anlaşırız, merak etme."

Üç buçuk atmak: Çok korkmak, korku içinde olmak, istenmeyen bir durum olacak diye korkup durmak.

Üçe beşe bakmamak: Alışverişte fiyat konusunda küçük farkları önemsememek, almak ya da satmak konusunda cimri davranmamak."İstediğini üçe beşe bakma, mutlaka al."

Üç otuzluk: Yaşı hayli ilerlemiş (kimse).

Ümidini kesmek: Artık ummaz olmak, olacağını beklememek, kavuşamayacağını anlamak."Ümidimi kestim iyice, kocam artık geri dönmeyecek."

Ümitsizliğe düşmek: Gerçekleşmeyeceğine, olmayacağına inanmak."Ümitsizliğe düşme bu kadar, belki geri gelir."

Ün kazanmak: Adı her yerde duyulmak, şöhreti herkesçe bilinir olmak."O cihana ün salmış bir güreşçidir."

Üst baş: Kılık kıyafet, giyim kuşam."Üstüne başına hiç bakmaz ki o."

Üste çıkmak: Suçlu olduğu hâlde suçsuz durumda olduğunu söyleyip karşısındakini suçlamak."Bir an önce bu işten kurtulmak için üste çıkmayı başarmalıyım diye geçirdi içinden."

Üstesinden gelmek: Becermek, üzerine aldığı işi başarmak, yapmak."Hiç endişelenme sen, üstesinden gelecektir o işin."

Üste vermek: Fazladan ödeme yapmak."Üste bir milyon verdiler ama bu arabayı değişmedim."

Üst perdeden konuşmak: 1. Üstünlük taslayarak konuşmak. 2. Çok yüksek sesle konuşmak."Üst perdeden konuşmaya bayılır."

Üstü başı dökülmek: Kılık ve kıyafeti çok eski olmak, perişan durumda bulunmak.

Üstü kapalı konuşmak: Açık, kesin ifadeler kullanmadan konuşup dinleyenin kavrayışına bırakmak."Niçin üstü kapalı konuştuğunu bir türlü anlayamıyordu."

Üstünde durmak: Bir işe önem vermek, o işle yakından ilgilenmek, uğraşmak."Şu işin üstünde dur biraz, yoksa sonun kötü olacak."

Üstünde kalmak: Artırma ya da eksiltme sırasında onda kalmak. 2. Suçlanmak."Onlar kaçıp gittiler, kabahat bizim üstümüzde kaldı."

Üstünden atmak: Başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek, başkasını ilgilendirdiğini belirtmek."Bu iş senin, sakın üstünden atayım deme."

Üstünden dökülmek: Bir giysi bol ve biçimsiz olmak, yakışmamak.

Üstünden (şu kadar zaman) geçmek: Aradan (şu kadar) zaman geçmek."Üstünden şu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ borcunu ödemedi."

Üstüne almak: 1. Alınmak, bir hareketin kendisine karşı yapıldığını sanarak kaygılanmak. 2. Bir görevi üstlendiğini kabul etmek."Her sözü üstüne alma lütfen!"

Üstüne atmak: Kendi kaptığı bir suçu birine yüklemek."Camı kendi kırdı ama suçu arkadaşının üstüne attı."

Üstüne basmak: 1. Yerinde bir fikir beyan etmek. 2. İyice belirtmek."Üstüne basa basa anlat, baban çok mağdurmuş de!"

Üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: O işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, parasını ya da malını almaktan vazgeçmek."Verecek mi? Sen o paranın üstüne bir bardak soğuk su iç!"

Üstüne (üzerine) düşmek: 1. Bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2. (Çocuğu) sevme ya da korumada çok ileri gitmek."Şu çocuğun üstüne bu kadar düşmeyelim, şımardıkça şımarıyor, neredeyse başımıza çıkacak."

Üstüne fenalık gelmek: Aşırı ölçüde sıkılmak, çok bunalmak.

Üstüne geçirmek: 1. Bir malın tapusunu kendi üzerine yazdırmak ya da çıkartmak. 2. Bir çocuğu evlât edinmek, kendi nüfusunu kaydettirmek."Evi üstüne geçirmiş dedem, doğru mu?"

Üstüne gelmek: Bir şey konuşulurken ya da yapılırken çıkagelmek.

Üstüne gül koklamamak: Sevdiği birinden başkasını sevmemek, başkası ile ilişki kurmamak.

Üstüne (yatmak) oturmak: Hiç hakkı değilken başkasının malını kendine mal etmek."Vakıf mallarının üstüne oturdu adam, nasıl yaptı, vicdanı nasıl el verdi bilmiyorum."

Üstüne titremek: Pek fazla sevgi, özen göstermek; zarar gelmesin diye itinalı davranmak."Öğrencilerinin üstüne böyle titreyen bir öğretmen daha görmedim."

Üstüne toz kondurmamak: Bir şeyin kusur, eksiği olduğunu kabul etmemek."Çocuğunun üstüne hiç toz kondurmuyor."

Üstüne tuz biber ekmek: Bir üzüntüyü, derdi, kusuru artıracak durum oluşturmak.

Üstüne üstüne gitmek: 1. Bir konuda bir kimseye sürekli baskı yapmak. 2. Güç bir şeyden yılmayıp, sonucu tehlikeli de olsa, çekinmeden o şeyle uğraşmak."Biliyorum zor ama üstüne üstüne gitmelisin, ancak o zaman başarabilirsin."

Üstüne varmak: 1. Bir şeyi yapmasını zorlayarak istemek. 2. Bir kadın, evli bir erkekle evlenmek."Demek tükürdü sana; üstüne varma, zorlama demedim mi sana?"

Üstüne yıkmak: 1. Kendi işlediği bir suçu başkasına yüklemek. 2. Kendisinin de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkasına yüklemek."Evin geçim yükünü annenin üstüne yıkmışlar, sorumsuzca yaşıyorlar."

Üstüne yürümek: Yıldırmak, korkutmak amacıyla saldıracakmış gibi yapmak; ya da saldırmak."Öfkeyle delikanlının üstüne yürüdü."

Üvey evlât gibi tutmak (saymak) : Horlamak, haksızlık etmek, iyi davranmamak, küçümsemek."Dokunma bana, beni hep üvey evlât gibi tuttun, ne zaman yaklaştıysam sana köşe bucak kaçtın benden."

Üzüm üzüm üzülmek: Haddinden fazla, çok üzülmek."Anneciği üzüm üzüm üzülüyor ama bir çare bulamıyordu."
resim-2